Yargı siyasetten rol çalıyor

Yargı siyasetten rol çalıyor

Darbelerle mücadelenin belki de en zor tarafı halka dayatılarak benimsettirilen, idari yapıya ince ince yerleştirilen ve mevzuata da tepeden tırnağa şekil veren ideolojik unsurların ayıklanmasıdır. Bu anlamda mücadelenin en zor olduğu alanlardan birisi de “hukukun üstünlüğü”, “kuvvetler ayrılığının gereği”, “yargının anayasal düzeni kollama ödevi” gibi mottolarla ve itiraz edilmesi güç formlarla bize dayatılan ve yargı organlarının vesayetini kurumsallaştıran manipülatif ifadelerdir. Açık ve net bir ifade ile ortaya koymak gerekir ki, Türkiye’de yargı bu formları kullanarak kendisini siyaset kurumunun üstünde ve onun belirleyicisi olarak görüyor, ondan rol çalıyor, onun alanını belirliyor ve daraltıyor. En son yaşanan MİT süreci bunun bariz örneğidir. Diğer tartışmalı hukuki sıkıntıları bir yana bu olayda, yargı açıkça siyasetin belirlemesi gereken bir alanda hükümeti engelleme çabasına girdi. Hatta yıllara sari bir biçimde yürüttüğü çalışmaları ani bir erozyona uğrattı. Siyasetinkarar vermesi gereken bir alanda, hükümetin çabalarını adeta bir siyasi rakip edasıyla boşa çıkardı.

Bu süreçte yargı organlarının kendilerini siyasetin üstünde konumlandırmalarını sağlayan bazı kavramları yeniden gözden geçirmekte yarar var. Bunlardan birisi üzerinde neredeyse hiç düşünmeden tartışmayı bitiren argüman olarak tekrarladığımız “hukukun üstünlüğü” ifadesidir. Bu tanımlamanın Batı demokrasilerinde kanunlara ya da hukuk kurallarına ya da yargıçlara değil hukuk yaratan iradeye karşılık geldiğini, altını kalın bir çizgi ile yeniden çizerek hatırlatmak gerekiyor. Açık rejimlerde hukukun üstünlüğü kavramının çıkış noktası “supremacy of parliament” veya “rule of parliament”dır. Yani parlamentonun daha açıkçası halk iradesi sonucu seçilmiş kişilerden oluşan kurumun egemenliği ya da üstünlüğünü ifade eder. Ve yine açıktır ki, buradaki üstünlük vurgusu kim tarafından yapıldığı belli olmayan yasal düzenlemelere ya da bunlara dayanarak karar veren yargı mensuplarına yönelik değildir. Bu tanımlamadan farklı bir biçimde hukuk yapıcı iradeden bağımsız bir kavram olarak hukukun ve hukukçunun üstünlüğünden bahsetmek otoriter rejimlere has bir tanımlamadır. Bu tür bir tanımlamanın dayandığı gelenek modern devlet literatüründe demokrasi ve demokratlarla mücadele için sırtını askerlere dayayan Alman oligarşisinin 1846 Cumhuriyeti sürecinde ürettiği dildir. Ki bu dil Nazizmi üretmiştir. Milli iradeyi yansıtan seçilmiş insanların oluşturduğu parlamentoyu güçsüz kılan bir gelenektir. Türkiye’de sıklıkla kim tarafından yapıldığı belli olmayan ve seçilmiş bir iradeyi yansıtmayan hukukun/hukukçunun üstünlüğü ifadeleri bu anlamda sözünü ettiğimiz manipülasyonu meşrulaştıran bir argümandır. Bilinçli bir yanıltma sürecidir. Hukukun üstünlüğü elbette herkesin saygı duyması gereken bir kavramdır, ama asıl üstün olanın seçilmişler ve onların oluşturduğu hukuk sistemi olduğunu unutmamak gerekir.

61 Anayasa’sının yol verdiği kötülükler

Yine bu süreçte çokça atıfta bulunulan bir diğer ifade kuvvetler ayrılığı prensibidir. Bu ilkenin ortaya çıkış koşullarına ilişkin ayrıntılı bir okuma yaptığımızda, ilkeyi dile getiren entelektüellerin temel çabasının “yargı”yı bir güç olarak ortaya çıkarmak olmadığı rahatlıkla görülür. Başta Montesquieu olmak üzere kavramı kullanan Locke, Hayek ve diğer isimler aslında temel kuvvet olarak yasama ve yürütmenin altını çizerler. Yargı ise bir güç değildir. Yargı, en üstün irade olan halk iradesinin yansıması olan parlamentonun koyduğu kuralları, onun yorumuna ve amacına uygun kalmak koşuluyla uygulamakla görevli bir güçtür. Bu yönüyle onu diğer bürokratlardan ayıran hiç bir vasıf yoktur. Kuvvetler ayrılığı ifadesine yargının eklenmesi onu bu anlamda baskılardan uzak tutmak üzere bir koruma alanı oluşturulmasına matuftur. Montesquieu’nün, ifadesiyle “ağırlığı olmayan kuvvet” olan yargı ve onun mensupları “kanunun sözlerini telâffuz eden bir ağızdan başka bir şey değildir”. Yoksa millet iradesini yönlendiren bir kuvvet olarak asla tasarlanmamıştır. Teoriyi tartışmaya açan siyaset bilimci ve aydınların demokratik toplumlarda asıl gücün seçilmişler olduğunun altını ısrarla çizdiklerini sanırım belirtmeye gerek yoktur. İlginçtir Türkiye’de sürekli tekrarlanagelen bir formda yasama-yürütme ve yargı üçlemesi hatırlatılır. Bu hatırlatmadaki format bünyesinde ciddi bir manipülasyonu da barındırır.

Bu yönüyle yargının yasama ve yürütme ile eşit bir güç olarak tanımlanması ciddi ve vahim bir hatadır. Ki bu hataya sebep olan ifade Türk anayasal geleneğine 1961 Anayasası ile dahilolmuştur. Bu yanılsama 1961 Anayasasının vesayet kurumlarını sisteme dahil eden, ince ayarcı vesayetçi hukukçularının derin işçiliğinin doğal bir sonucudur. Yargı ilk defa 1961 Anayasasında millet egemenliğinin bir parçası olarak sayılmıştır. 1961 Anayasası 1924 Anayasasının 3 ve 4. Maddelerindeki “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.’ İfadesini oluşturulmak istenen yeni vesayet düzeni açısından yeterli görmemiştir. Bu ifadeye millet adına egemenlik yetkisini kullanmak üzere yargı organlarını da dahil etmişlerdir.

Acı ama gerçek, Türkiye’de yargı bürokratları bu vesayetçi mantığı çok çabuk içselleştirdiler ve kendilerini siyasetin üstünde görmeyi kabullendiler. Bu konudaki tartışmaları bir mevzi kaybı olarak görmeye başladılar. Ve hangi ideolojik taraftan geliyor olursa olsun, içinde bulunduğu sınıfın değer yargılarıyla düşünmeye başladılar.

Son yaşanan MİT soruşturması birilerinin kavgası evet. Milli iradeyi yok sayan, küçümseyen sınıflarla halk ve onun seçtiği siyasetçiler arasındaki bir kavga. Bu kavga yeni değil tabi ki. Türk siyaset tarihinde görebileceğimiz çok sayıda örnekte yargının kendisini siyaset ile yani yasama ve yürütme ile eş güçte pozisyonda görmekle kalmamış, bu iki gücü te’dib eder nitelikte kararlar vermiştir.

Mesela, 11 Eylül 1920 tarihli Firariler Hakkında Kanun ile oluşturulan ve Kurtuluş Savaşı’na katkı verilmesini sağlamayı hedefleyen, 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklal Mehakimi Kanunu ile yeniden örgütlenen ve fiilen 1927’ye yasal olarak da 1949’a kadar varlığını sürdüren İstiklal Mahkemelerinin siyasete müdahale etmediğini ve siyaset yapmadığını kim iddia edebilir? Ya da 27 Mayıs darbesini meşrulaştıran ve Yassıada garabetini yaşatan yargı bürokratlarının kendilerini halkın iradesinin temsilcilerinin üstünde görmediklerini kim iddia edebilir.

Üzgünüm ama Türkiye’de hukuk ve yargı mensuplarının önemli bir kısmı kendilerini her zaman ama özellikle de 27 Mayıs darbesi sonrasında hep siyasetin üstünde gördüler. Vesayet sisteminin temsilcisi ve yol göstericisi oldular. 27 Mayıs darbesini yapan Orgeneral Cemal Gürsel ve MBK üyeleri için “vatansever, idealist, liberal ve memlekete gerçek demokrasi ve hukuk nizamı kurabilecek azimde insanlar. Onlarla tanışmaktan iftihar duyduk” ifadesi de, 27 Mayıs darbesini “meşru bir hakkın kullanılması” olarak ifadesi de çok ünlü“hukukçu”larımıza sırasıyla Nail Kubalı ve Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a ait. Darbecileri “anayasa da dahil olmak üzere” tüm mevzuatta istedikleri değişiklikleri yapabileceklerine ilişkin fetva da, Yassıada Mahkemelerine ilham kaynağı olan “ceza kanunlarının sanık aleyhine nasıl geriye doğru yürütülebileceğine” ilişkin meşhur fetva da ünlü hukukçulara ait. Yassıada mahkumlarına duruşma esnasında sürekli hakaret eden ve onlara “düşükler” diye hitap edenler de bağımsız yargı mensuplarıydı.

Totalitarizme yargısal çıkış

Veya çok daha yakın bir örnek, Adalet ve Kalkınma Partisi için açılan kapatma davasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kullandığı ifadeler. Başsavcı, iddianamesinde doğrudan siyasete müdahil olmuş ve Türkiye’de hangi tür siyasi partilerin kurulmasına izin verme yetkisini kendisinde görmüştü. “Türkiye’deki laiklik uygulamasının kimi Batı ülkelerindeki laiklik uygulamalarından farklı olması gerektiği, İslam dini ile Hıristiyanlık dini arasında benzerlik olmadığından hareketle Türkiye’de Avrupa’daki gibi muhafazakâr partilerin kurulamayacağı, din ve vicdan özgürlüğünün kullanılmasına ilişkin olarak sınırsız bir din hürriyeti ve bağımsız bir dinî örgütlenme anlayışının ülkemiz için tehlikeli olacağı” ifadesi yargı bürokratlarına ait.

Benzer türden içimizi sızlatan çok sayıda yargı karar ve yorumu artık herkesin dilinde. Bunları tek tek zikretmek belki gereksiz olacak. Ama yargının kendisini siyaset ile eşdeğer bir güç olarak tanımlamasının artık önüne geçmemiz gerek. Demokratik toplumlarda iki ana güç asıl. İkisi de halk iradesini yansıtan yasama ve yürütme. Yargı için çizebileceğimiz yegane alan egemenlik kullanımına müdahale etmeksizin bağımsız ve tarafsız bir biçimde kendisine verilen görevleri yapması. Kuşkusuz yargının bağımsız ve tarafsızlığını korumak için onun da bir güç olduğunu tanımlamamız gerekiyor. Ama sadece o kadar. Yargı asla kendisini seçilmişlerin üzerinde bir kurum olarak görmemeli. Ve otoriter rejimleri andırır bir biçimde siyaset üzerinde vesayetin kılıcını sallamaktan vaz geçmeli.

26 Şubat 2012

Kaynak: Star Gazetesi

Yukarı