Halk girişimi ile anayasa yapmak

Halk girişimi ile anayasa yapmak

Türkiye tıpkı 1876 Kanun-i Esasi’nin yapıldığı dönemi tasvir eden Elliot’un tanımlamasındaki gibi bir anayasa süreci yaşıyor. Elliot 1876 Mayıs ayı için “Anayasa kelimesi her ağızda vardı… Hatta boğazdaki kayıkçı bile anayasadan konuşuyordu.” ifadelerini kullanıyor. Bugün de benzer bir ruh hali içindeyiz. Özellikle 2007 yılında yaşananlar sonrasında, 7’den 70’e herkes Türkiye’nin sorunlarının referans kaynağı olarak anayasayı görüyor ve değişmesi halinde sorunlarımızın önemli bir kısmının çözüleceğine inanıyor. Bu tartışmalarda temel hak ve hürriyetlerden asker sivil ilişkilerine, siyasi partilerin kapatılmasından vatandaşlık tanımlamasına, yargının vesayetçi tutumundan hükümet sistemine değin inanılmaz zengin bir çerçeve söz konusu.

Tıpkı Kanuni Esasi gibi…

Bir anlamda yıllarca entelektüeller tarafından dile getirilen ve açıkçası siyasal bir karşılığı olmayan soru bugün doğrudan vatandaş tarafından dile getiriliyor. Tartışma tıpkı Elliot’un tanımladığı gibi artık olağan kahvehane sohbetlerine kadar yayıldı. İlginç olan bu kez tartışmayı domine edip, siyasal elitler ve partileri yönlendiren kesimin halk olması. Bu yönlendirme önce 12 Haziran 2011 seçimlerinde siyasal partileri anayasa taslağı oluşturmaya itti. Şimdi de bütün alan araştırmaları seçmenin yaklaşık yüzde 70’inin bir anayasa beklentisi içinde olduğunu ortaya koyuyor. Seçimlerin hemen sonrasında bu baskı anayasa yazım komisyonun oluşturulmasını sağladı. Hükümet bu baskıya TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin eşit temsili ile cevap verdi.

Uzlaşmayanın sonu olur

Açıkçası önemli bir jest yaptı. Tüm bu gelişmeler hepimizde yeni anayasa konusunda inanılmaz bir iyimserliğin oluşmasına neden oldu. Fakat tüm bu güzel gelişmelere ve jestlere rağmen geçen 15 aylık zamanda muhalefetin sürekli kırmızı çizgilerini gündeme getirmesi ve bir anlamda jeste restle cevap verip ayak diremesiyle bu iyimserlik bir anda ortadan kaybolur gibi oldu.

Yeni anayasaya en çok gereksinim duyduğumuz alanlarda siyasi partilerin uzlaşmaz tavırları an be an kamuoyuna yansıdı.

Daha doğrusu 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi siyasi partilerin seçim beyannamelerinde gördüğümüz ve hepimizin anayasal problemlerinin yansıdığı önerilerden kaynaklanan beklentilerimiz vardı. Hemen bütün siyasi partiler anayasa taslaklarında evrensel kriterlere yakın ve uzlaşma ümitlerimizi yeşerten mesajlara yer vermişlerdi.

 

aramsarlığa düşmeyin yazının başında da belirttiğim gibi ümitlerimizi korumak için önemli gerekçelerimiz var. Ancak şunu söylemeliyim ki Anayasa yazım komisyonunda yapılan tartışmalara ilişkin kamuoyuna yansıyan kısmıyla ortaya çıkan metnin çok da tatmin edici olmadığını söyleyebilirim. İki açıdan tatminkâr değil. Birincisi uzlaşmanın gerçekleştiği hüküm sayısının azlığı. İkincisi ve belki de daha önemlisi ise anayasa ihtiyacımızın en hayati hükümlerinden hemen hiçbiri hakkında uzlaşmanın gerçekleşememiş olması.

Mesela yazım komisyonu üyelerinin hepsinin siyasal parti kimliğine sahip olmasına rağmen siyasi partilerin kapatılması rejimi hakkında komisyonda uzlaşmanın çıkmamış olmasını anlamak mümkün değil. Hal böyleyken siyasi partilerin özgürlük alanlarının genişletilmesi, maksimum hale getirilmesinde dahi uzlaşamıyor olmaları size de tuhaf gelmiyor mu? Mesela seçim beyannamesinde yeni anayasa sürecine ayrıntılı bir biçimde yer veren MHP, siyasi partilerin kapatılmasıyla ilgili olarak oldukça demokratik sayılabilecek bir öneride bulunmaktaydı: “Terör ve şiddeti siyasî amaç ve araç olarak görme dışında siyasî partiler kapatılmayacak, sorumlularına siyasî ve cezaî yaptırım uygulanacak.”

Şimdi ise anayasa komisyonunda siyasi partiler, kendilerinin en demokratik talepleri noktasında bile uzlaşmaz bir tutum içindeler. Bana açıkçası trajikomik geliyor. Sanki görünmez bir el siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasını istemiyor gibi.

Bir diğer anlaşılmaz husus ise dini inanç ve ibadet hürriyeti olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin tanımlanması ve sınırlandırılması konusundaki kırmızı çizgiler. Seçim öncesinde hem metinler üzerinden ve hem de kullanılan politik dil üzerinden bir okuma yapıldığında, yeni TBMM’nin hemen behemehal dünyanın en özgürlükçü anayasalarından birini yapacağına dair bir zehaba kapıldık. Mesela CHP’nin seçim beyannamesinin başlığı “Özgürlüğün ve Umudun Ülkesi Herkesin Türkiye’si” idi ve metin de “Türkiye’de özgürlükçü demokrasinin kurulması için yeni bir toplumsal sözleşmeye, bu ülkede yaşayan herkesin özgürlüklerini alabildiğine genişleten ve hükümetlerin baskıcı politikalarından koruyan yeni bir anayasa” vurgusu üzerine oturtulmuştu. Aynı şekilde seçim öncesi Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak yayınlanan seçim beyannamesine katılan BDP yeni anayasa sürecine katkı sağlayacağını şu cümlelerle deklare etmişti: “Herhangi bir ideolojiyi dayatmayan, ulusu ve vatandaşlığı etnik temelde tanımlamayan, devletin yetkilerini sınırlayan, bireysel kollektif haklara dayalı, emekten yana, cinsiyet özgürlükçü, doğaya saygıyı insana saygıyla bir tutan, Türkiye’nin bütün farklı kültürlerini, inançlarını değerlerini koruyan yeni bir anayasayı hep birlikte yapacağız”. Ki aynı metinde başörtüsü yasağının kaldırılacağı ve mağduriyetin giderileceği yönünde bir taahhütte de bulunmuştu BDP.

Ama şimdi gözüken o ki, maalesef tüm bunlar bir serapmış.

Meclis’teki Esat Bozkurtlar

Aynı şey vatandaşlıkla ilgili olarak da geçerli! Etnik imalar içeren, etnik milliyetçilik yapan ve bunu bir devlet felsefesi olarak anayasaya yerleştiren algıdan kurtulacağımızı düşünmüştük bize verilen mesajlarda. Ama şimdi görüyoruz ki, bu noktada da bir uzlaşma yok. TBMM çatısı altında ana muhalefet partisi sözcülerinden birisinin kullandığı ifadeler birden Mahmut Esat Bozkurt’u çağrıştırıyor. Başbakanın ısrarlı “millet” tanımı dışında etnik milliyetçilikten arınmış bir siyaset söylemi duyamadık muhalefet parti liderlerinden mesela. Oysa en can alıcı problemlerimizden birisidir bu.

Yine en hayati sorunlarımızdan bir tanesi bizi vesayetçi müdahalelere maruz bırakan, siyasal istikrarı yok eden ve sorunları kronikleştiren hükümet sistemi tercihimiz. Anayasadaki tanımlanan hali ile hükümet sistemimiz dünyadaki hiçbir hükümet sistemi ile uyumlu olmayan, demokratik hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmayan bir görünüm arz ediyor. Ve açıkçası değiştirilmediği sürece 10 yılda darbe geleneğinin devam etmesi, çözülmekte olan sorunlara ilişkin kazanımların kaybedilmesi riskinin her an kendisini hissettirdiği bir hükümet sistemi karşımızda duruyor. Ama maalesef bu konuda da seçim öncesi ortaya çıkan iyimser bir tablo yok.

Mesela yeni anayasadan en çok beklediğimiz başlıklardan bir tanesi, 1961 Anayasası ile literatürümüze girmiş olan millet adına egemenlik kullanan yargının oluşumu yine çok beklediğimiz bir “sivilleşme” alanı. Rahatsız olduğumuz şey ise çok basit, millet adına egemenlik kullanarak adeta seçimle göreve getirdiğimiz yasama ve yürütme erkinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duran bir kurum oluşu. Yeni anayasa yargının bağımsız ve tarafsız bir biçimde işleyen bir kurum olarak düzenlenmesini sağlamalı. Aynı şekilde yargının siyasal iktidar üzerinde bir vesayet kurumu olarak kurumsallaşmasını önlemeli. Ayrıca madem millet adına egemenlik kullanıcısı olarak tanımlanıyor, mutlaka milletin belirleyici olduğu bir yapıya kavuşmalı.

Aslında tüm bunlar siyasi partilerin anayasa taslaklarında çok güzel cümlelerle ifade edilmişlerdi. Siyasi partilerin komisyondaki üyeleri ya partilerindeki genel eğilimi yansıtamıyorlar ya da seçim bildirgelerini kaleme alanlar başka kişilerdi.

Ancak tüm bunlara rağmen yeni anayasa konusundaki iyimserliğimizi canlı tutmamızı sağlayan ciddi veriler var elimizde. Bir kere 12 Haziran seçimleri öncesi partilerinin seçim bildirgelerini hazırlayan isimler hala parlamentoda. İkincisi ise yeni anayasa konusundaki ciddi kamuoyu beklentisi ve desteği. Bu destek ve beklenti siyasi partilere 2011 seçimlerinde seçim metinlerine anayasa taslaklarını koyduracak kadar güçlü.

27 Nisan’ın aktörleri…

Hatta bu beklentinin Türkiye’de siyasette teamülleri bozacak kadar güçlü olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, ilk defa sivil bir anayasa yazım noktasında bu kadar elverişli bir ortamdayız. Bugün sivil anayasanın yazım ve onay sürecine katkı sağlayan herkes tarih sahnesinde yerini alacak. Ya sivil anayasa sürecine destek olan yeni kahramanlar ortaya çıkacak ya da bu süreci desteklemeyen siyasi mevtalar kalacak elimizde. Sıkça tekrarladığım bir şey var; Türk milleti çok gani gönüllü bir millet. Siyasetçilerin önüne sürekli yeni kapılar açıyor, onlara yeni krediler veriyor. Bu krediyi iyi kullanan siyasetçiyi baş tacı yapıyor, kullanamayan siyasetçileri ise adeta insan içine çıkamaz hale getiriyor. Örnek mi? 27 Nisan sürecindeki aktörler.

İlave olarak, kamuoyu çalışmaları yeni anayasa beklentisinin ortalama yüzde 60’lar düzeyinde olduğunu ortaya koyuyor. Yani top artık TBMM’de. Millet sabırsızlıkla yeni anayasa metninin kendisine sunulmasını bekliyor. TBMM’nin bu konuda isteksiz davranmasını ise haklı olarak kendisine güvensizlik olarak okuyacaktır. Buna engel olanlar da, katkı verenler de karşılığını alacaktır.

Siyasetçilerin bunu iyi okuyacağını tahmin ediyorum. Ve bu yüzden yeni anayasa hakkında inanılmaz derecede iyimserim. Bu yıl ülkeye bahar başka bir güzellikte geldi ve çok yakında yeni ve sivil bir anayasamız da olacak.

6 Nisan 2013

http://www.yirmidorthaber.com/acikgorus/halk-girisimi-ile-anayasa-yapmak/haber-742773

Yukarı